Devamını Oku »
Kitap Adı: UNUTMA 1982 BEYRUT KUŞATMASI VE DİRENİŞİVE DİRENİŞİ
Yazar Adı: MAHMUT DERVİŞ
Yayınevi: B o r a n Y a y ı n e v i
Çeviri: Özgür Tutsaklar
Basım Tarihi: 1.Baskı 19871.1987 2. Baskı 20092. 2009
Temmuz 2023
Kitabını İndirmek İçin Tıklayınız
Halkın Sesi Kütüphanesi İçin Tıklayınız
KİTAPLA VE ANLATTIĞI DÖNEMLE İLGİLİ ÖN AÇIKLAMA
Elinizdeki kitap Filistinli şair, yazar Mahmut Derviş’in “Dhikraa
Alnisyan” (Unutuşun Hafızası) başlıklı kitabının çevrisidir. Mahmut Derviş asıl
olarak yurtsever devrimci şair kimliğiyle tanınıyor. Nitekim bu kitapta da
görüleceği üzere kendisi de kendini esas olarak şair diye tanımlıyor. Ancak
elinizdeki bu kitap şiir değil, uzun, hayli uzun, deneme sayılabilecek bir
metin. Yazar 1982 yılında yaşanan Beyrut Kuşatmasını anıları, gözlemleri
temelinde değerlendiriyor, anlatıyor.
Kitabın ilk baskısı 1982 Beyrut kuşatmasından hemen sonra
1983 yılında yapılmıştır. İsrail’in 2006 yılında bir kez daha Lübnan’a
saldırması, direniş karşısında yenilgiye uğraması üzerine, yayınevi 2007’de
çevirisini yaptığımız yeni baskıyı yapma ihtiyacı duymuştur. Ki ardından geçen
yıllara rağmen ne emperyalizmin katliam politikaları ne İsrail saldırganlığı ne
de Filistin ve Lübnan halklarının kahramanca direnişleri değişmiştir.
Kitabın anlaşılmasına katkı sunmak amacıyla Beyrut Kuşatması
dönemindeki ortamı ve o günlere nasıl gelindiğini özetlemekte yarar görüyoruz.
1970 yılının Eylül ayına kadar Filistinli direniş örgütleri esas olarak Ürdün
Kralı Hüseyin, Amerika ve İsrail’in desteği ve talimatıyla Filistinli
devrimcilere yönelik saldırıya girişti. Binlerce Filistinli savaşçının ve
sıradan insanın katledildiği bir katliamdı yaptığı. Tarihe de “ Kara Eylül “olarak
geçti.
Kara Eylül’den sonra Filistinli direniş örgütleri esas
olarak Lübnan’da konumlandılar. Lübnan’ın kendi içinde de çelişkiler vardı. Bu
çelişkiler daha çok Hristiyanlar, Müslümanlar gibi dini mezhebi bir karakterde
ifade edilir. Bu ifadenin doğruluk payı varsa da durum daha karmaşıktır. Ancak
çelişkinin ana hattı o zaman da daha sonra da değişmemiştir. Bir tarafta
bağımsızlık, demokrasi güçleri diğer tarafta İsrail, Amerika ve farklı emperyalistlerin
destekledikleri güçler. Bu iki cephe değişmese de iki cephe arasında giden
gelen güçler hep olmuştur. Nitekim ilke temelli değil çıkar temelli politika
anlayışı Ortadoğu’nun belirleyici özelliği olmuştur. Bunu ifade eden “Ortadoğu politikacılığı”
gibi bir terim bile vardır.
Lübnan’daki iç çelişkiler 1975’te iç savaşa dönüştü. İç
savaşın başlangıcı olarak Ketaibler’in (Falanjistler) Ayn Errummane semtinde
bir otobüse saldırıp 27 Filistinliyi katletmesi kabul edilir. Ketaibler İsrail
işbirlikçisi Hristiyan (Maruni) silahlı sivil faşist güçlerdir. Onların yanı
sıra diğer bir faşist silahlı güç, Lübnanlı Güçler örgütüdür. Bunun yanı sıra
zaman içinde ortaya çıkmış kimi mafyavari “siyasi güçler” olmuştur.
Ketaibler’in ve işbirlikçi cephenin liderliğini Piyer Camayel yapıyordu. Diğer
taraftaysa liderliğini Kemal Canbolat’ın yaptığı Ulusal Hareket (ya da
Vatansever Direniş) vardır. Bu harekete Kemal Canbolat’ın liderliğini yaptığı Lübnan
Sosyalist Partisi, Nasırcılar, Baasçılar, Murabitun Suriye Milliyetçi Sosyalist
Parti ve Lübnan Komünist Partisi dahildi.
İç savaşın başında FHKC ve diğer Red Cephesi üyesi örgütler
Ulusal Hareketin yanında saf tutmuşlardı. Yaser Arafat liderliğindeki Fetih
Hareketi başlarda çatışmaların dışında kalmış, arabulucu olmaya çalışmıştı.
İç savaş 1990 yılına kadar, 15 yıl sürdü. Bu yıllar
içinde saflar birçok kere yeniden oluştu. Örneğin henüz 1976 yılının Nisan,
Mayıs aylarında Fetih’in çatışmalara katılmasıyla Lübnan Ulusal Hareketi’nin
savaşı kazanacağı belli olmuştu. Tam bu aşamada Hafız El Esad liderliğindeki
Suriye ABD ve İsrail’in onayı ve isteğiyle çatışmalara faşist güçlerden taraf müdahil
olmuştur. Küçük burjuva milliyetçisi iktidarların anti-emperyalist tavırlarının
kaypaklığını, güvenilmezliğini gösteren ibret verici bir olaydır bu müdahale.
Dahası Suriye silahlı kuvvetleri Tel Ezzaater Filistin mülteci kampını
İsrail’le birlikte kuşatmış, bu kampa (ve Cisir El Başa mülteci kampına) Ketaibler’in
ve diğer faşist güçlerin girişine izin vermiştir. 1976 yazında tarihe Tel
Ezzaater katliamı olarak geçecek kadın, erkek, çocuk, yaşlı binlerce
Filistinlinin katledildiği bir katliama ortak olmuştur. Ancak Filistinli
devrimci güçlerin ve Lübnan Ulusal Hareketinin direnişi Suriye’nin Lübnan’ı
tamamıyla işgal etme hedefine ulaşmasını engellemiştir.
Suriye, daha sonra çizgisini değiştirecek vatanseverlerin
yanında yer alacaktı. Ancak Suriye ve Fetih dahil çoğu yurtsever güç, dönem
dönem dar çıkarlarını temel alıp ya birbiriyle çatışacak ya da objektif olarak
ABD-İsrail’in tarafında saf tutacaktı.
Lübnan iç savaşına İsrail sadece işbirlikçileri
aracılığıyla müdahale etmedi. Bilfiil de müdahale etti. 1978 yılında Lübnan’a
karşı geniş çaplı bir istila harekâtı gerçekleştirdi. Ancak ABD-İsrail ve
işbirlikçilerinin tüm saldırılarına rağmen ne Lübnan ilerici güçlerinin ne de
Filistinli devrimcilerin, yurtseverlerin iradesi kırılabildi. Üstelik devrimci
güçler sürekli etkisini artırdı, güç kazandı.
İsrail’in 1982’de Lübnan’a yönelik başlattığı baskın ve
istila harekâtı bu ortamda başladı. İsrail direnişi bitiremeyeceğini anlamıştı,
Filistinli devrimci güçleri teslim almak istiyordu. Sovyetler Birliği’nin
ABD’yle denge politikasından dolayı çok da müdahale etmeyeceğini öngörüyordu.
ABD’nin desteği de sınırsızdı. İşbirlikçi Arap rejimleri Filistin direnişinden
rahatsızlardı. Direnen bir Arap Filistin halkı, diğer Arap halkları için “kötü
örnek” oluyordu. Suriye, Irak, Cezayir, Libya gibi küçük burjuva milliyetçi
iktidarlar da kendi halklarına yönelik böyle bir “ kötü örnek “
istemiyorlardı. Tamam, Filistin davasını destekliyorlardı ama bu bir yere
kadardı; bir sınır olmalıydı! Politikalarını belirleyen bu bakıştı. İsrail ve
ABD bu siyasi ortamı tahlil ettiler ve “en uygun ortam “ diye düşünerek
Lübnan’a yönelik o zamana kadar ki en büyük saldırıyı gerçekleştirdiler.
Doğrusu 1982’den bugüne İsrail, Lübnan’a yönelik büyük çaplı birçok saldırı
gerçekleştirdi, ancak hiç biri bu çapta olmadı.
Cengiz Çandar “ Tarihe Randevu “ kitabında
operasyonu şöyle betimliyor:
“ Çok eşitsiz bir savaş bu. Şu anda Lübnan’da bulunan
İsrail kuvvetlerinin sayısı 120 bin olarak hesaplanıyor. Ülkedeki toplam
Filistinli sayısı ise bu rakamın ancak 4 misli kadar ve buna çocuklar, kadınlar
ve yaşlılar da dahil tabii.
Asker sayısından da önemlisi binlerce tank, evet
yanlış okumadınız, binlerce tank, yüzlerce helikopter ve top var. 120 bin
kişilik İsrail ordusunun önünde. Bir de dünyada ilk 5’e kimisine göreyse ilk
3’e giren hava kuvvetleri.
Batı Beyrut, böylesine bir güç tarafından kuşatıldı. O
nedenle eğer iş askeri boy ölçüşmeye kalırsa bundan kimin galip çıkacağı
besbelli. “ (S. 76)
Cengiz Çandar güçler arasındaki eşitsizliği çarpıcı
şekilde tasvir ediyor ancak “ kimin galip çıkacağı besbelli “ öngörüsü
yanlış çıkıyor. Halkların direnme azmini, vatan sevgisini, halkların özgürlük
özlemini göz ardı edenler öngörülerinde yanılmaya mahkûmlardır hep…
İsrail’in saldırısı daha Lübnan’ın güneyinde büyük bir
direnişle karşılaşıyor. Bu direnişin “küçük” bir sahnesini yine Cengiz
Çandar’ın aynı kitabından aktaralım:
“Güney Lübnan’ın tarihi kıyı kenti Sur, İsrail
sınırına sadece 20 kilometre. Sur ’un birkaç kilometre güneyinde işgal
altındaki Filistin topraklarına en yakın mülteci kampı Reşidiye bulunuyor.
İsrail kuvvetleri 6 Haziran (1982) Pazar günü Lübnan topraklarına girdiklerinde
ilk ve en şiddetli direnmeyi Reşidiye’de gördüler.
Fetih’in çocuklar kolu olan Aşbal (Aslan Yavruları)
örgütünün yaş ortalaması 12 olan çocuk savaşçıları muazzam bir ateş gücüyle
ilerleyen İsrail ordusuna saatlerce karşı koydular. İsrail kuvvetlerinin
“teslim ol” çağrısına ancak tüm cephaneleri tükendikten sonra olumlu yanıt
verdiler ama bir de şart koştular. Uluslararası Savaş Hukuku kurallarına uygun
olarak teslim olacaklardı.
İsrailliler karşılarında bu çetin kuvvetin çocuklar
olduğunu öğrenmişlerdi. Kabul ettiler. Ve 12 yaşındaki çocuklardan oluşan
savaşçı müfrezesi sıraya girdi ve uygun adım yürüyerek İsrail askerlerine boş
tüfeklerini teslim etti. İsrail askerlerinin önüne geldiklerinde düşmanlarının
şaşkınlık ve hayranlık dolu bakışları arasında “ Yaşasın Filistin “ diye
bağırdılar.
İsrail radyosu bu kahraman çocuklardan saygıyla söz
etti.” (s. 148)
İsrail her adımda bu gibi direnişlerle karşılaştı.
Beyrut’a bu şekilde ulaştı. Doğu Beyrut işbirlikçi Maruni güçlerinin kontrolü
altındaydı. Batı Beyrut devrimci Lübnanlıların ve özellikle Filistinli
devrimcilerin kontrolü altındaydı. Birçok Filistinli örgütün büroları,
kültürel, siyasal, askeri kurumları Batı Beyrut’taydı. İsrail Batı Beyrut’u
ezmek Filistinli gerillaları ve Filistin halkını teslim almak istiyordu. Bunu
yapacağından emindi. Çünkü Filistinli direnişçilere dünyanın hiçbir yerinden
destek gelemezdi. Beyrut kuşatılmıştı. Karada, denizde ve havada dünyanın en
büyük askeri güçlerinden birinin üstünlüğü söz konusuydu.
Daha kuşatmanın ilk gününde FHKC önderi Corc Habbaş “
Batı Beyrut Stalingrad’ımız olacak “ dedi. Gerçekten de Beyrut, Kuşatmanın
sonucunu belirleyen direniş yeri oldu. FHKC, Fetih ve diğer Filistinli,
Lübnanlı devrimci örgütler aylara yayılan onurlu ve başarılı bir direniş
sergilediler. Dünya bu saldırıya, katliama sessiz kaldı. Amerika ve diğer
emperyalistler örtülü veya açık şekilde destekliyorlardı zaten. BM bu nedenle
sessiz kaldı. Sovyetler Birliği de Ortadoğu’da dengeleri bozacak bir devrim
istemiyordu. Sovyetler Birliği komünist Partisi’nin emperyalizmle barış içinde
bir arada yaşamak diye özetlenen revizyonist politikası hakimdi. Halkların
silahlı kurtuluş mücadelesini de devrimcileri de bu politikaya ters görüyor,
istemiyorlardı. Dünya devrimci hareketlerinden ve halklarından da kimi
kınamalar ve protestolar hariç ciddi bir dayanışma gelmedi. Burada
ülkemizde Devrimci Sol’un durumuna değinmek gerekir. 1982 yılı 12 Eylül faşist
cunta ’sının olduğu, binlerce devrimcinin hapishanelere atıldığı, işkence ve
saldırılarla teslim alınmaya çalışıldığı bir dönemdi. Hapishane dışındaysa
deyim yerindeyse “yaprak kımıldamıyordu.” Devrimci Sol dışarıda
dayanışma eylemlerini ancak sınırlı şekilde yapabilecek fiziki güce sahipti.
Ancak Devrimci Sol geleneği enternasyonal dayanışmada ne engel ne de sınır
tanır. Devrimci Sol önderi Dursun Karataş yargılandığı sıkıyönetim mahkemesine
Beyrut’ta direnen Filistinli yaralılara iletilmek 10 üzere kan bağışında
bulunmak istediğini belirten bir dilekçe sunar. Sonra da tüm Devrimci Sol
tutsakları Beyrut’ta direnen Filistinli yaralılara iletilmek üzere kan bağışı
yapmak isteğinde bulundular. Bu dilekçeyi önsözün sonuna ekliyoruz.
Beyrut kuşatması sürerken Libya Lideri Muammer El
Kaddafi’nin FKÖ’ye gönderdiği telgraf da tartışılmıştır. Nitekim Mahmut Derviş
bu kitabında bu mesaja da değinir. El Kaddafi Filistinli gerillaların
Lübnan’dan çekilme ayıbını işlemek yerine intihar etmelerini tavsiye eder. Bu
mesaj bir destek mesajı gibi görünse de zaten direnmekte ve onlarca şehit
vermekte olan gerillalara destek vermek yerine akıl vermek etkisi yapar.
Nitekim Yaser Arafat bu mesaja verdiği cevapta bunu belirtir ve El Kaddafi’yi,
diğer ilerici liderleri, destek olmaya verdikleri sözü tutmaya çağırır:
“ Mesajına egemen olan hüzün havasını anlayamadım. Biz
hüzünlü değil mutluyuz, çünkü düşmanımızla karşı karşıyayız. Düşmanımıza karşı
savaşıyoruz. Bu mutluluktur. Size ve sana gelince eğer ikili görüşmelerimizde
verdiğiniz vaatler yerine getirilseydi, böyle bir mesaj yollamana gerek
kalmazdı.”
Beyrut kuşatması 88 gün sürdü. Kuşatma altındakilerin
gıdaları tükendi, sular kesildi. Teslim olmadılar, dayandılar. Açlıkla mücadele
ettiler, gerektiğinde kedi köpek bile yedikleri anlatıldı. İsrail bir an bile
durmadan yaklaşık olarak Gazi Mahallesi büyüklüğündeki Batı Beyrut’u günlerce,
haftalarca bombaladı. Direnişi kırdığını düşündüğü anda hava, deniz ve topçu
bombardımanını durdurdu, piyadesini ileri sürdü. Gerillalar enkazların altından
çıkıp göğüs göğüse çarpıştılar. İsrail ordusu geri çekildi, kesintisiz
bombardıman yeniden başladı. Filistinli gerillalar yine mevzilendiler. İsrail
piyadesi bir daha girdiğinde yeniden saldırdılar. İsrail ordusu hiçbir savaşta
bu kadar büyük can kaybı vermemiştir. Beyrut kuşatması kuşatma
olmaktan çıkmış bir direniş taarruzuna dönüşmüştür. “İsrail ordusu yenilmez”
miti Beyrut kuşatması ve direnişiyle yıkılmıştır. Daha sonra da birçok kere
Lübnanlı ve Filistinli direnişçiler eliyle bu mit tekrar tekrar yıkılacaktır.
Beyrut kuşatması gerçekten de Corc Habaş’ın öngördüğü
gibi yeni bir Stalingrad olmuştur. Sonunda Filistinli gerillalar Batı
Beyrut’tan çıkmayı kabul etseler de bu çıkış kesinlikle bir yenilgi olmamıştır.
Başta siyasi bir zafer olmuştur. Ve sonra İsrail’in oradan çekilmesiyle askeri,
fiili bir zafer kazanılmıştır.
Beyrut kuşatması ve direnişinin dünya devrimcileri için
birçok ders barındırdığını düşünüyoruz. Mahmut Derviş’in bu kitabını,
çevirmemizin sebebi de bu. Mahmut Derviş’in yurtsever devrimci sanatçılığına
saygı duyar, sahipleniriz. Filistin ve Arap halklarının devrimci, yurtsever
sanatçı değerlerinden biridir. Bununla birlikte bu kitapta Beyrut kuşatması ve
direnişinin hakkını yeterince vermediğini düşünüyoruz. Ne yazık ki o da pek çok
küçük burjuva aydın sanatçı gibi öznelciliğe kapılmış direnişi devrimci bir
tarihsel perspektiften anlatamamıştır. Okuyucunun metni tarihsel bir anlatı
değil, Filistin’in ulusal şairlerinden birinin direnişe ilişkin duyguları ve
kişisel tanıklıkları olarak ele alması gerekir. Mahmut Derviş’in direniş
sırasında orada olması, Beyrut’taki havayı şiirsel üslubuyla yansıtması önemli
bir belgedir. Ve birçok yanıyla öğreticiliğine inandığımızdan çevirdik.
0 Reviews