
Yazar Adı: Halkın Hukuk Bürosu
Hukuk…
En çok duyduğumuz, günlük yaşamımızda
en sık karşılaştığımız kavramlardan biri.
Akademik yaşamdan gündelik yaşama,
siyasetten sanata, edebiyata, hayatın her alanında izine rastladığımız; burjuva
siyasetçilerden sokaktaki seyyar satıcıya, köse yazarından bakkala, manava
kadar mesleği, eğitim seviyesi, gelir düzeyi ne olursa olsun herkesin
gündeminde bir şekilde Kendine yer bulan bir kavram. TV programlarından,
Gazetelere, meclisten çarşıya, pazara, kahvehanelere kadar her yerde -farklı
sebeplerle ve farklı acılardan da olsa konuşulmaya ve yaşamımızda önemli bir
yer işgal etmeye devam ediyor…
Elbette siyasetçiyle seyyar
satıcının, köşe yazarıyla bakkalın, manavın; zenginle yoksulun, “babacan hâkimle gecekondulu Fatma Teyzenin; kısaca
iktidardakiyle çarşı pazardakinin, sokaktakinin…
Yani bizim, yani milyonların
ondan aynı şeyi anlamadığımız kesin…
Bunun nedeni gayet acık:
Hukuk karşısında aynı konumda değiliz. Bir yanda hukuku yaratanlar var ve
gerçekte bir avuçlar. Obur yanda ise onun sadece muhatabı olanlar, sorgusuz
sualsiz ona uyması istenen milyonlar, yani biz varız…
Oliver Goldsmith, “Yasalar fakiri ezer ve zenginler ise yasaları yönetir.” derken işte bu gerçeği ifade etmektedir. Peki, hukuk neden
yaşamımızın içinde bu kadar yer tutuyor? Onu bu kadar önemli yapan şey ne? Çok
basit: Hukukun evimizde soframıza giren ekmekten fabrikada Patronla olan ilişkimize;
dedemizden kalan mirastan üst kat komşumuzun banyosundan sızan suyun evimize
verdiği zarara kadar hemen her şeyle ilgili olması. Kredi kartı borcumuz
nedeniyle kapıya dayanan haciz memurundan, sıkışmış trafikte can sıkıntısından
ettiğimiz kavgaya; komşumuzun tarlasının sınırlarının “yanlışlıkla” bizimkiyle karışmasından eşimizle yaşadığımız aile sorunlarına
kadar yaşamımızın her alanına el atan ve ikide bir bizi derme çatma kontumuzdan
çıkarıp adına “saray” denilen
devasa
Mahkeme kapılarına götüren
bir yapıda olmasıdır. Yasayı yapanlar orada adalet dağıtıldığına bizi inandırmaya
çalışsa da mahkeme kapılarının gerçekte “kavga ettiğimiz
komşumuzu sürum sürum süründüreceğimiz” yer olmasıdır…
Elbette hukuk sadece gündelik
yaşamla ilgili bir kavram değil. Eğer öyle olsaydı hukuku anlamak, onu yerli
yerine oturtmak daha kolay olurdu belki. Öyle olmadığı içindir ki, hukukun ne
olduğu konusunda ortak bir tanımı bir turlu bulamıyoruz. Neyin hukuka uygun
olduğu, neyin suç olduğu konusunda aramızda ciddi ayrılıklar var. Bizim “hak” dediğimize onlar (hukuku
yaratanlar, yasayı yapanlar,
Bizi yönetenler) “suç” diyor. Onların kendilerine hak
gördükleri (mesela sömürü) bize göre suçların en büyüğü…
Onlara göre mahkeme kapıları adalet kapısı, bize göre o kapılar tavuğumuza kış
diyen komşumuzu sürum sürum süründüreceğimiz yer… Yani
esasında aramızda aşılmaz sıra dağlar var.
Bu dağları aşmaya çalışmak ise beyhude bir
caba. Yapılması gereken şey acık; Nazım Usta'nın da
Dediği gibi, “devirmek dağları el birliğiyle…”Broşürümüzde
üzerinde ayrıntılarıyla duracağımız
Gibi, hukukun “sınıfsal bir niteliğe sahip olması”,
ekonomik, sosyal, siyasal koşullarla doğrudan ilgili oluşu nedeniyle “biz ve onlar”ın tanımda ve kavramlaştırmalarda
ortaklaşmamız
Pek de mümkün değil zaten.
Çünkü biz, hukukun yalnızca muhatabı olanlar, yalnızca sorgusuz sualsiz ona
uyması istenenler, onu yaratanlarla, bizi yönetenlerle “ayrı
dünyaların insanlarıyız”. Aynı gezegende yaşıyoruz, aynı
havayı soluyoruz belki, ama asla (bizi inandırmaya çalıştıkları
gibi) onlarla aynı gemide
değiliz. Elbette bu, hep böyle sürüp gideceği anlamına gelmiyor.
Tarih ve bilim bize “eskiyen, çürüyen ne varsa yerini Yenisine bırakacaktır” diyor. İnsanın insana kulluğu üzerine, sömürü üzerine
kurulu bu düzen eskimiştir, çürümüştür;
Yerini yeni olana, sosyalizme
bırakacaktır. Ama en azından uzunca bir sure daha, bugünkü anlamıyla devleti ve
hukuku yaratan koşullar ortadan kalkana dek, bu ayrı gayrılığın devam etmesi
gerektiğine inanıyoruz. Avukatsız bir geleceğe doğru yol alırken…
Elbette bu ayrı ayrılığa son
verecek toplumsal alt üst oluş gününü, yani devrimi yakınlaştırmak da bizim
elimizde.
Halkın avukatları olarak
-kendi varlığımızla çelişkili olacak belki ama öyle- uğruna büyük mücadeleler
verdiğimiz o günlere ulaştığımız zaman, yalnızca bu ayrı gayrılığa halkın
avukatlarının gözünden...
Son verilmiş olmakla
kalmayacağına, bugün birçoklarına “dünyanın en saygın mesleklerinden
biri” gibi görünen, âmâ aslında “dünyanın
en gereksiz mesleği” olan avukatlığa da gerek kalmayacağına
inanıyoruz. Çevremize şöyle bir baktığımızda; yasalarla veya onların Daha alt
kademedeki ifadeleri olan tüzük, yönetmelik, genelge vb. ile kuşatıldığımızı görüyoruz.
Tacitus, “Bir devletin yıkılışından önce yasaları çoğalır” demiş zamanın birinde. Yasalar o kadar çok ki şimdi, ne
yana dönsek yasaya tosluyoruz. Adeta örümcek ağı gibi her yanımızı yasalar kaplamış.
Balzac, “Kanunlar örümcek ağları gibidir: zayıfları ağa
yakalanır, güçlülerse ağı delip geçer” diyor. Gerçekten,
Çevremizi sarmalayan o örümcek
ağlarına ne hikmetse sadece zayıflar yani yoksullar takılıyor. Zenginler ise
delip geçiyor. Eğer Tacitus haklı ise ki buna şüphemiz
Yok, o zaman kurtuluş yakındır.
Bize düşen o örümcek ağlarını geldikleri yere, tarihin çöplüğüne göndermek… O örümcek ağlarını parçalayıp attığımız zaman, işte o gün
bize yani avukatlara da ihtiyaç kalmayacak. Neden derseniz; buna Şeyh Bedreddin
şöyle cevap veriyor: “Haksızlığın olmadığı yerde, haklılar
da olamaz. Herkes eşit, herkes ürettiğinin tam karşılığını alanda, haksızlık söz
konusu
Olamaz. Olmayanda, haklının,
haksızın ayrılması gereği Duyulmaz.” Haklının ve haksızın
ayrılmasına gerek duyulmadığı yerde avukata da gerek olmaz.
Hiçbirimizin avukata ihtiyacımızın
kalmayacağı ve ulaşılmasının tarihsel olarak kaçınılmaz olduğuna inandığımız
günlere özlemle…
Kitabını İndirmek İçin Tıklayınız
Halkın Sesi
Kütüphanesi İçin Tıklayınız
Hiç yorum yok:
Yorum Gönderme