Yayınevi: Boran Yayınları
ÖNSÖZ
Bazı kelimeler vardır; yüklendikleri anlamlar kendisinden
çok çok büyüktür. İşte yoksulluk da böyle bir kavramdır. Kimi zaman bir sosyal
sorumluluk projesi, bir yardım programı içine sıkışan yufka yürekliliktir; kimi
zaman siyasi rant ve istismar malzemesi… Ama çoğu zaman bir halk hareketini
kucaklayan bir gerçekliğin bir tek kelimeye sığdırılmış soyutlanmasıdır
yoksulluk. En önemlisi de başımızı çevirdiğimiz her yerde gördüğümüz, kimi
zaman görmemek için başımızı çevirdiğimiz bir gerçeklik… Kimi zaman
iliklerimize kadar hissettiğimiz, arabesk bir yaklaşımla kadere lanet
okuduğumuz; kimi zaman bizden daha yoksulları görüp onlara acıyarak baktığımız
ve halimize şükrettiğimiz “tevekkül kültürü”yle bezeli bir gerçeklik… Kimi
zaman, asla yoksullara değil, kader olmadığını bildiğimiz yoksulluğu yaratan
yağma, talan ve sömürü düzenine öfke ile kin ile dolu bir bakış fırlattığımız
bir gerçeklik…
Peki, ama nedir bu yoksulluk, kimdir bu yoksul(lar)?
Yoksulluk kendi başına bir toplumsal gerçeklik midir, yoksa daha çok bir
toplumsal gerçekliğin doğal sonucu mudur? İçinde yaşadığımız döneme özgü müdür
yoksa hep mi vardı ve hep olacak mı? Yoksulluğu, karşıtı olan varsıllıktan
(zenginlikten) ayıran temel şey sadece sahip olma veya olmama durumu mu? Yani
sadece ekonomik bir olgu mu yoksa sosyal bir sorun, bir yaşam tarzı, bir
kültürel şekilleniş, bir ruh hali olabilir mi? En önemlisi de yoksulluk sorunu
nasıl çözülecek, çözümü mümkün mü? Sistem içinde yapılan iyileştirmeler çözüm
olabilir mi, yoksa sadece sorunu yumuşatmaya Yoksulluğu yok etmek mümkün mü? Bu
ve bunun gibi daha onlarca soruyu, sorunu barındıran bir gerçekliktir
yoksulluk.
Yücel TUNCA da, “Kimdir yoksul?” diye sorar ve şöyle devam
eder; “Yoksulun tasviri nasıl yapılır? Çivit renkli bir odada mahzun
bakışlarını bizden kaçırmaya çalışan insan mıdır? Duvarlarındaki yokluk
izlerinden şefkat dolu detaylar kaydederek, çökmüş avurtlarının az yukarısında
yaşlı gözpınarlarındaki ışık titreşimlerinden melodramlar üreterek tasvir
yoluna gidemez miyiz onları? Yoksullar, toplumsal çöküntü alanlarında, tekinsiz
loş sokaklarda, ıssız koridorlarda ve boğulma hissi veren kalabalık odalarda
yaşamıyorlar mı zaten?”
Yoksulluk, sözlüklerde “Yoksul olma durumu, sefillik,
sefalet, fakirlik” olarak tanımlanıyor. Sefillik, sefalet, fakirlik
kavramlarının karşılığına baktığımızda benzer bir gönderme ile “Fakirlik,
yoksulluk. Fakirlikten gelen sıkıntı.”, “Yoksulluk, yoksulluk sıkıntısı” gibi
tanımlamalar yapıldığını görüyoruz. Yani henüz yoksulluğun ne olduğunu kavrayabilecek
bir tanımlamaya ulaşamıyoruz. Yoksulluk kelimesinin kelime kökenlerine,
“yoksul” ve “yok” kelimelerine gittiğimizde belki bir parça daha anlaşılabilir
hale geliyor ancak hala yoksulluğun neye karşılık geldiğini tam olarak
kavrayamıyoruz.
Küçük burjuva entelektüellerin pek sevdiği bir olgu vardır:
“Şeylerin kavramlaşması” ya da “kavramların şeyleşmesi”. Birincisi belirli bir
somut durumun, bir gerçekliğin düşünsel olarak soyutlanmasını, o gerçekliğin
soyut bir kavram ile temsil edilmesini ifade ediyor. İkincisi ise kavramın
soyut bir temsil olmaktan çıkarak temsil ettiği maddi gerçekliğin önüne
geçmesini veya onun yerini almasını ifade ediyor. Yani artık kavram bir durumu,
bir maddi gerçeği temsil etmekten çıkıyor, ne olduğu belli olmayan, hiçbir şeyi
temsil etmeyen başlı başına soyut bir kavram haline geliyor. Bu da çoğu zaman
gerçekliği çarpıtmak için burjuvazinin bilinçli olarak başvurduğu bir yöntem
olarak karşımıza çıkıyor. İşte kavramların şeyleşmesi olarak tanımlanan bu
durumun yaygınlık kazandığı dönemler, tıpkı bugün ülkemizde olduğu gibi,
genellikle ekonomik, sosyal ve siyasal krizlerin derinleştiği dönemlerdir.
Örneğin yoksulluk kavramını ele alalım. Yoksulluk, somut bir
durumu, maddi bir gerçekliği temsil eden soyut bir kavramdır. Bu kavram,
yukarıda sözünü ettiğimiz “şeyleşme” için iyi bir örnektir. Kelimeyi, karşılık
geldiği maddi gerçekten, “yoksul olma durumu” olarak veya “sefillik, sefalet
fakirlik” diye tanımlanan yaşam koşullarından soyutlayarak kavramaya
çalıştığımızda sıradan, alelade bir kelime oluyor. Binlerce, milyonlarca
kelimeden, kavramdan biri olmanın ötesine geçmiyor.
Peki ya, yoksullar için de böyle mi? Onlar için de sıradan
bir kavram mı, alelade bir sözcük mü, basit bir soyutlama mı? Yaşadıkları
gerçeklikten soyutlanabilir mi… Kim böyle olduğunu iddia edebilir? Hiç kimse.
Peki, neden böyle oluyor? Neden bu çarpıtmaya, belirsizleştirmeye, soyutlamaya
ihtiyaç duyuluyor? Çünkü yoksulluğu yaratanların, onun yarattığı veya
yaratacağı potansiyel tehlikeyi, yıkıcı gücü ortadan kaldırmak ya da mümkün
olduğunca en aza indirmek için buna ihtiyaçları var.
Marks’ın kapitalizmin iki sırrını çözdüğünü söyler Lenin:
İlki artı değer-kar-sömürü; ikincisi ise yabancılaşmadır. Birincisi ile yani
kar-sömürü ile ellerimizi, emeğimizi, emeğimizle ürettiklerimizi çalar.
İkincisi yani yabancılaşma ile de beynimizi çalar, akılsız
bırakır, düşünme yeteneğimizi ortadan kaldırır. Böylece emeğimize,
ürettiklerimize yabancılaştırır. Eğer bu şekilde aşırı bir yabancılaşma içinde
değilse, yoksul biri için, yoksulluğun içerdiği derin anlamları ne bir sözlük
tarif edebilir ne de bir başkası ondan daha iyi anlayabilir. Olsa olsa başka
bir yoksul anlayabilir; ancak o da kendi deneyimiyle sınırlı, yoksulluğun
kendisini acıttığı kadar…
Halkımızın “Dışı seni içi beni yakar”, “Derdi çekene sor”,
“Damdan düşenin halinden damdan düşen anlar…” ve daha pek çok özdeyişle, söz
dizisiyle ifade ettiği olgu yoksulluk tanımı söz konusu olduğundaki kadar
gerçekçi olmamıştır hiçbir zaman. Ki halkımız, “Olan dört bağlar, olmayan dert
bağlar”, “Tok, açın halinden bilmez” gibi atasözleriyle de bu durumu doğrudan
ifade etmiştir aslında. Buradan çıkaracağımız ilk sonuç, yoksulluğun ekonomik
bir olgu olmanın ötesinde, ahlaki, kültürel ve daha pek çok farklı boyutu da
olan sosyal bir olgu olduğudur.
Yoksulluk hakkında yapılabilecek diğer bütün tanımlama ve
nitelemeler bir kenara, her şeyden önce, yoksulluğun sosyal bir olgu olduğunun
altı tekrar tekrar çizilmelidir. Ancak, diğer pek çok sosyal problemin tersine,
yoksulluğu bir sosyal problem olarak tanımlamak ve kabul de etmek yeterli
değildir. Yoksulluğu her zaman, kendisine karşı eyleme geçilmesi, çözüme
yönelik yöntemler üretilmesi gereken bir olgu olarak düşünmek gerekir. Asıl
sorun ise bu yolların sorunu çözmeye ne kadar uygun olup olmadığıdır. Ulusal ya
da uluslararası ölçekte resmi ya da gönüllü yardım kuruluşlarının yoksulluğu
temel alan “sosyal sorumluluk projeleri” ve yardım kampanyaları hepimizin
malumudur. Oldukça “insani” bir bakış açısıyla sorunu çözmeyi veya hiç değilse
hafifletmeyi amaçlayan bu çabalar bütün meşru, insani görünümlerine rağmen
sorunu çözmek veya hafifletmek bir yana kendileri sorunun bir parçası haline
gelmektedir. Bunun nedeni açıktır. Bu çabaların hiçbiri sorunun kaynağına
yönelmemekte, kaynağı kurutma, nedenleri ortadan kaldırma gibi bir amacı
içermemektedir. Böyle olunca da sorun orta yerde durmakta, söz konusu çabalar
ise sorunu biraz daha katlanılabilir hale getirmekten öte bir anlam ifade
etmemektedir.
Engels, Anti-Dühring’in (1977) Ahlak ve Hukuk, Eşitlik
bölümünde Dühring’in yöntemini “gerçeğin yorumunu gerçekliğin kendisinden değil
de tasarımından çıkarmak”la eleştiriyor. “Önce, nesneden (gerçeklikten-bn.)
hareket ederek, nesnenin (gerçekliğin) kavramı imal edilir; sonra bütün terse
çevrilir ve nesne (gerçek) kopyasına, yani kavrama göre değerlendirilir.”
Buradan varmak istediğimiz sonuç şu: ister ekonomik, ister sosyal
açıdan olsun yoksulluk tanımı yapmak gerçekten güç bir iştir.
Yalnızca sözlük anlamından yola çıkarak bir yoksulluk tanımı
yapmaya çalışsak bile birçok güçlükle karşılaşırız. Çünkü yoksulluğun sözlük
tanımında yer alan “yaşamı sürdürmek için g erekli olan şeyler”, içinde
bulunulan topluma, zamana ve koşullara balı olarak değişir.
Yani görecelidir. Yoksulluk kavramı her zaman gözlemlenen durumla,
ideal durumun karşılaştırılmasını gündeme getirir. Yani yoksulluğun kavranması
somut durumun somut tahlilini ve benzer durumda olanlarla kıyas-karşılaştırma
yapmayı zorunlu kılar.
Yoksulluk konusunda çözümlenmesi gereken temel nokta elbette
onun tanımlanması sorunu değil, çözümü sorunudur. Yani ne olduğunda çok nasıl
çözüleceği ile meşgul olmamız, buna kafa yormamız gerekiyor. Elbette yapacağımız
tanımlamaların çözüme ilişkin bir fikir vereceği, ipucu niteliğinde olacağına
şüphe yoktur.
Ancak ipin ucunu kavradıktan sonra ona sıkı sıkıya sarılmak,
ipin sonuna kadar varmak için ne yapmamız, nasıl yapmamız gerektiği konusuna da
yoğunlaşmamız gerektiği açık. Yani yoksulluk sorununu nasıl çözeceğiz?
Yoksulluk sorununun kökten çözümü için gerekli ve zorunlu olduğuna inandığımız
köklü alt-üst oluşu, yani devrimi nasıl gerçekleştireceğiz? Yoksullar bunun
neresinde olacak?
Ve daha pek çok soru, pek çok sorun var karşımızda çözülmesi
gereken. Elinizdeki kitapta, bu sorulara cevap vermeye, sorunun çözümü konusunda
devrimci bir bakış açısı sunmaya çalışacağız.
Kitabını İndirmek İçin Tıklayınız
Halkın Sesi
Kütüphanesi İçin Tıklayınız
Hiç yorum yok:
Yorum Gönderme