
Yazar Adı: Günay Dağ
Yayınevi: Boran Yayınları
Basım Tarihi: Mart 2020
Önsöz
İçinde yaşadığımız ve fiziksel, duygusal, düşünsel her
açıdan bizi çepeçevre kuşatan maddi ve manevi pek çok duvarla örülü yapının adı
kabaca “düzen” olarak ifade edilir. Özellikle dünyada ve ülkemizde yaşanan
hemen her soruna dair “sol”dan yapılan politik, ekonomik, felsefi, hukuki
değerlendirmelerde sıkça kullanılan bir kavramdır düzen. Böyle olması doğaldır;
çünkü -nasıl sınıflandırırsak sınıflandıralım- bu kavramların hepsi “düzen”
diye tarif edilen bu çok yönlü yapı tarafından belirlenir. Hatta günlük yaşam
alışkanlıklarımıza, duygu durumumuza, düşüncelerimize, davranışlarımıza da,
doğrudan ya da dolaylı olarak, bu düzen yön verir. Bunun nedeni de basittir.
Çünkü insan sosyal bir varlıktır. Bu nedenle hemen her şeyi, içinde bulunduğu sosyal
çevre ve maddi koşullar tarafından belirlenir.
İnsan sosyal bir varlıktır çünkü doğası gereği öyle olmak
zorundadır. Ne tek başına doğa karşısında ayakta kalabilir ne de yaşaması için
gerekli maddi araçları tek başına üretebilir. Bunun için bir araya gelmek,
birlikte yaşamak zorundadır. Bu zorunluluk nedeniyle maddi hayatın üretiminde
insanlar, içinde bulundukları sosyal çevre ile diğer insanlar ve maddi üretim
araçları ile sürekli ve değişik biçimlerde ilişki halindedir. İşte bu çok yönlü
ve karmaşık gibi görünen ilişki “toplumsal düzen” adını alır. İnsanın bilincini
belirleyen de bu toplumsal düzendir. Marx bunu “İnsanın varlığını belirleyen
bilinci değil tersine bilincini belirleyen toplumsal varlığıdır.” şeklinde
ifade eder. Başka bir deyişle, insanın düşünme biçimini maddi yaşam koşulları
belirler. Yani insan nasıl yaşarsa öyle düşünür.
Her şeyi belirleyen bu toplumsal düzen, alt yapısı yani
üretici güçler ve sahiplik ilişkileri ile -bunlara bağlı olarak- varlığını
sürdürür. Yani toplumsal düzeni belirleyen, ona temel niteliğini veren de
toplumun altyapısıdır. En nihayetinde herşeyi belirleyen üretici güçlerin
gelişmesi, mülkiyet ilişkileri ama asıl olarak üretim araçlarına kimin sahip
olduğu, yani üretim araçları üzerindeki özel mülkiyettir. Buna bağlı olarak
yüzyıllardır egemenlerin oluşturduğu bir ideolojik üst yapı vardır.
İnsanın ve bir bütün olarak halkın düşüncesini şekillendiren
bu ideolojik üst yapıdan -bu yapının kurduğu hegemonyadan- en çok etkilenenler
de en çok eğitimli olanlardır. Yani nasıl düşüneceğini, hayata ve olaylara
nasıl bakacağını, bunları nasıl yorumlayacağını, neye nasıl tepki vereceğini,
hayallerini, umutlarını, kısaca her şeyi bu üst yapı tarafından belirlenir.
Bugün içinde yaşadığımız düzende, bu hegemonyayı kurmuş olan güç, toplumun
maddi üretim araçlarına sahip olan burjuvazidir. Çünkü “toplumun maddi üretim
araçlarına sahip olan sınıf, manevi üretim araçlarına da sahiptir” (Marx) Küçük
burjuvazinin burjuvazi tarafından şekillendirilen bilinci maddi hayat ile
çeliştiğinde de kişide bunalım oluşur.
Emperyalist – kapitalist düzen duygu ve düşünce dünyamıza
alışkanlıklar yaratarak nüfuz eder. Bu nüfuza, bu ideolojik etkiye karşı
koyabilmenin tek yolu da daha güçlü bir ideolojik mücadeledir. Bu nedenle bugün
biz devrimci avukatlar; bir yandan toplumsal çelişkilerle uğraşırken bir yandan
da bu toplumsal çelişkilerin belirleyici olduğu düzen ideolojisinin
kişiliğimizdeki yansıması ile mücadele ediyoruz, etmek zorundayız.
Bunun için de öncelikle bu toplumsal çelişkileri doğru
tespit etmemiz ve kimlik sorununu çözmemiz gerekiyor. Biz bu çelişkinin hangi
tarafındayız? Biz kimiz, onlar kim? Onlardan farkımız ne? Onların bizimle,
bizim onlarla sorunumuz ne? Ne için varız, ne istiyoruz ve nasıl başaracağız?
Bu ve bunun gibi daha birçok sorunun cevabını bulmamız gerekiyor. Tabii ki iş
bununla da bitmiyor. İşin en önemli kısmı; başta hukuk ve adaletle ilgili olmak
üzere, onların bize anlattıkları hikayelerin ne kadarı gerçek, ne kadarı bizi
avutmak için uydurulmuş masaldan ibaret... Sahip olduğumuz, uğruna dövüştüğümüz
idealler gerçekten bizim mi veya ne kadarı bizim ne kadarı düzen ideolojisi
tarafından bize sahiplendirilen ama gerçekte bizimle ilgisi olmayan idealler?
Asıl yapmamız gereken bu konuda doğru bir bakış açısı geliştirebilmek ve bunu
içselleştirebilmek. Bunu yapabildiğimiz oranda bilincimiz berraklaşacak;
bilgilerimiz hayat kavgasında, ekmek, adalet ve özgürlük kavgasında gerçek bir
güce dönüşecektir. Bu kitapta işte bunu yapmaya; bugünün ve geleceğin devrimci
avukatlarının dünyayı anlama, yorumlama ve değiştirme çabasında doğru bir bakış
açısı kazanmalarını sağlamaya çalışacağız. Bunun için bir yandan toplumlar
tarihi ve hukuk üzerine çalışma yaparken bir yandan da kendi içimizde bir
“hukuk” belirleyeceğiz.
İlk kitabımızda devrimci avukatlığı, devrimci kişiliği
şekillendiren nesnel ve öznel koşulları ele alırken, siyasal ve toplumsal bakış
açımızın özünü de ortaya koymuştuk. Bu kitapta bu bakış açısını biraz daha
derinleştirmeye çalışacağız. Bunun için ilk olarak geçmişe, binlerce yıl
öncesine uzanarak, o günlerden bugünlere kadar nasıl gelindiğini, yani
toplumlar tarihini, bu tarihin en önemli köşe taşlarını yerli yerine oturtmaya
çalışacağız. Bunu yaparken insanın insanlaşma sürecini görmüş olacağız.
Tarihteki yolcuğumuz bugüne uzandığında, yani başladığımız
yere döndüğümüzde, ilk kitapta özetini verdiğimiz dünya tablosunun nasıl
yaratıldığını daha somut şekilde ortaya koymuş olacağız. Tabii ki, aynı
zamanda, bu tablonun yaratıcısı emperyalist kapitalizmi ve onu yarattığı
tabloyla birlikte tarihin derinliklerine gönderecek yepyeni ve sınıfsız bir
toplum olan sosyalizme ulaşmış olacağız. Bu arada bugün hayatımızı sürekli
meşgul eden, önemli bir kısmımız farkında olmasak da günlük yaşamlarımızın
odağında olan birçok siyasi, hukuki kavramdan bahsedecek, bu kavramları
anlamlandırabilmemize yarayan ideolojik yaklaşımları ve kendi
ideolojik-politik-hukuksal bakış açımızı ortaya koymaya çalışacağız.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönderme